Hülya Gülay

Hülya Gülay
"İnsanın fikri neyse zikri de oymuş derler dostlar; benimkiler sanal alemde gezintiye çıktılar...Çaldıkları her kapı açılır mı bilinmez, eğer sizin kapınızı çalarlarsa korkmayın, size zarar vermezler..."

Erdoğan Baysal'ın "Kırmızı Kurdele" hakkındaki düşünceleri...

Erkek egemen kurallara bütün gücüyle karşı koyan, “Benim bildiklerim ve inandıklarım daha doğru!” diyebilme cesareti gösteren genç bir kadının, kara mizah denebilecek gerçek bir öyküsüdür Kırmızı Kurdele!

O, bedenin ve ruhun güçsüzlüğünü, onun üzerindeki her türlü taraflılığı reddeder. Bunun ancak olağanüstü bir güçle gerçekleşeceğini, dolayısıyla ona ve kurallarına inanmanın bu yönde en doğru yol olacağına inanır. Sizlerin de anlayacağınız gibi, “Bu yol inanç yolu, sevgi yolu, benzersiz bir aşk yoludur!”
Hülya Gülay’ın sunduğu bu roman, bugüne kadar yazılan türlerine pek benzemeyip zaman zaman aforizmal sözlerle ivmelendiğinden, roman dünyamızda farklı bir altyapı örneği olmuştur. O nedenle roman içeriğini kimi zaman çarpıcı ama kısa, yoğun ve özlü sözlerle sunması, oldukça dikkat çekicidir.

Anlatış biçimi, ülkemizde bugüne kadar pek gün yüzüne çıkmamış, daha çok Batı’ya has bir anlatış biçimindedir. Örgüsünde insanı kendine çeken o iç ses; mistik ve içli bir ney ezgisi gibi okuyanın ruhunu ağır ağır ama çok derinden sarıp sarmalayarak bir daha da asla bırakmamaktadır. Bu olgu gerçekten insanı düşündürmektedir. Ben bu duyguyu yaşadım. Yaşadım da üstad Franz Kafka’nın şu aforizmal örneği deyimini de anımsamadan edemedim:
“İnsanın belli başlı iki günahı vardır, öbürlerini bunlardan çıkar: Sabırsızlık ve tembellik. Sabırsız oldukları için Cennetten kovuldular, tembelliklerinden de geri dönemiyorlar.”
Hülya Gülay, gerçekten çok çalışmış ve eserini ortaya çıkarmıştır. Bu başarısından ötürü sevgili arkadaşımı içtenlikle kutluyor ve aramıza hoş geldin diyorum…

Erdoğan Baysal

Rezonans Kanunu

Olan, olacak olan, benim, senin, herkesin düşündüğü şeymiş. Bu düşünceye şahsi hayat görüşü deniyor ve yaşamımız da bu doğrultuda ilerleyip gelişiyormuş, haberin var mı?
Evrendeki her şeyin birbirleriyle titreşim halinde, vücudumuzdaki her organ ve hücrenin de dâhil olduğu dünyadaki bütün nesnelerin, canlıların kendilerine has titreşimleri olduğunu, benzerlerin birbirlerini çektiğini, bizim titreşimlerimizle uyumlu olan her şeyin, karşı koymaksızın bizim hayatımıza çekildiğinden haberin var mı? Bunun bizim için, her zaman olumlu bir şey anlamına gelmediğinden, haberin var mı?
Bütün duygu ve düşüncelerimiz kalbimizin enerjisinde bilgi olarak bulunuyormuş, kalbimiz, inanç ve duygularımızı elektromanyetik titreşimli dalgalara dönüştüren bir tür aracı olarak hizmet ediyormuş. Bu elektromanyetik dalgalar vücudumuzla sınırlı kalmayıp, bütün çevremize uzanıp, bizi kuşatan her şeyle iletişim halindeymiş. Kalbimiz, bütün inançlarımızı, geleceğe yönelik düşlerimizi ve duygularımızı başka dile, titreşim dalgalarının kodlanmış diline çevirip, bunları evrene gönderiyormuş, haberin var mı?
Bizim enerjimizle rezonans içinde olan her şey hayatımızda tahakkuk ediyormuş, inandığımız bütün düşünceler yaşamımızda gerçekleşiyormuş. Ne dilersek dileyelim, mantık seviyesinden kalp seviyesine taşımazsak olmazmış, haberin var mı?
İç âlemimizde sahip olduğumuz her şey, dış dünyada da karşımıza çıkıyormuş, bunun kaynağı da düşüncelerimizmiş. Uzun süreli, sık sık düşündüğümüz, hissettiğimiz ve söylediğimiz her şey rezonans alanımızı oluşturuyormuş, haberin var mı?
Sadece sen, ben değil, diğer bütün insanlar da aynı şekilde enerji gücü yayıyormuş, aynı titreşimdeki enerjiler birbirlerini çektikleri için tıpkı bizim diğer insanları ve olayları kendimize çektiğimiz gibi başka insan ve olaylar da bizi çekiyormuş, haberin var mı?

Peki ya bu şahsi görüş denen şey, yanlış bilgi ve olgulara dayanıyorsa, dünyayı nasıl bir kaos haline getirdiğimizden haberin var mı?

Güvenmek

Güven, diğer insanlarla aramızda bir köprüdür. Bilirsiniz güvenilen insanlara “sağlam” denir. Sözleriyle eylemleri birbiriyle örtüşür. Yalan dolan yoktur onlarda, verdikleri sözü tutarlar, kıvırmazlar. Köprünün üstünden sabırla geçmenizi beklerler. Ayakların korkak adımlar atarak yürür. Onlar bilir içindeki korkuyu, nasıl da tir tir titrediğini, ürktüğünü… ama yine de ona doğru yürümek istediğini hatta koşmak, kucaklamak istediğini ve yine bekler sabırla seni.
Güveni oluşturan şeyler vardır dostlar; saygı, dürüstlük, tutarlılık ve ölçülü olmak; samimi ve tenkide açık bir paylaşım içinde bulunmak. İşte bunlardır “güvenmek” yolunda büyük mesafe kaydetmemizi sağlayan.
Sen köprünün başında düşünürken, altından çok sular akar geçer. Gözlerin takılır suyun ışıltısına, hızına kapılırsın, maziye dalarsın berrak görüntüsünde. Yaşadığın olaylar, insanlarla arandaki bu güven köprüsünü bazen kötü yönde etkiler. Uzadıkça uzar köprü; varamazsın bir türlü karşıya, yolun sonuna, her adımda dikenler batar ayağına.
İnsanın kendisiyle ilgilenildiğini bilmesi güven sağlar. İlişkinin ilk zamanlarında bundan yoksun kalan, daha ileriki dönemde oluşacak belirsizliklere karşı aşırı duyarlı olur. Kolayca paniğe kapılır.
 Bir insana verilebilecek en değerli hediye; sevgi, saygı, ilgi ve zamandır. Sevgiyle ve güven duygusundan yoksun olarak büyüyen insan, gelişmek için gerekli deneyimleri elde edemez. Kendi kendini yönlendiremeyeceği için de bağımsız bir insan olamaz. İşte bu yüzden tüm ilişkilerinin temelinde hep güven arar ve bulduğundan da emin olmak ister.
İnsan anlaşıldığını ve kendisine önem verildiğini hissederse rahatlar; sevgi ister, eşitlik ister, cevap ister, kabul görmek ister, anlayış ister, dostluk ister, benimsenmek ister, dinlenmek ister, tutarlılık ister. İşte böyle bir ortamda iki insan arasında doğar ilişki ve o yeni bir kişilik geliştirir. Kendi düşüncelerini yaratır. Kendine ait değerler ve yaşama ait hedefler belirler. Bir işbirliği içinde yaşamını sürdürür. Onun da nefes alan bir canlı olduğunu düşünerek korkutma, utandırma ve gururunu kırma gibi kavramlardan uzak durulmalıdır. İlişki içinde insan kendini güven içinde hissetmeli ve sağlıklı bir gelişim süresi yaşamasına imkan verilmelidir. Söz birliği ve işbirliği yapmak, ilişkide oluşacak güven için gereklidir. Terk edilme ve sevilmeme korkusu gelişime olanak vermez. Dolayısıyla gelişemeyen her ilişki bitmeye mahkumdur.
Güzel bir tanımlama değil mi? Evet ama bilmelisin ki bu tanıma göre yaşamın boyunca sana bunu sağlayacak hiçbir şey ve hiç kimse olmayacak. “Güven dışarısıyla ilgili değildir.” diyecek biri, “o içten gelen ve her deneyimle daha da büyüyen bir zihin halidir.” diyecek. “Güven zamanla ve insanların sana olan davranışlarıyla ortaya çıkar.” diyecek. “İlişkiler üzerinden güven duymayı öğrenemezsin.” diyecek. Tam tersine sen zaten sonsuz bir güvenle doğdun. Sadece onu bir süreliğine kaybettin diyecek. “Hayır diyeceksin hayır! Onu kaybetmedim, elimden aldılar, acımasızca aldılar. Ben onlara koşarken çelme taktılar hep. “Bana güven!” dediklerinde gülümsedin. Her defasında ayağa kalktın yerden, yine gülümsedin, hep gülümsedin.
Yine, “güven, sen doğduğunda hesabına yatan yüklü bir sermaye gibidir.” diyecek biri. “Sermayeni boşa harcadın be güzelim.” diyecek sırıtarak. “Yaşadığın acı güvensiz hissetmenden değil, güveninin yavaşça yitip, harcanıyor olmasından kaynaklanıyor. Kendini tehdit altında görmen güven kırıklığı yüzündendir.” diyecek.

Gittin; sevilmediğini, önemsenmediğini düşündüğün için,
Onun gözünde kendini değersiz hissettiğin için,
Gidince ağlar insan, acır yüreği, bu acıyı yaşaman gerekiyordu, yaşadın
Amma velâkin umut insanın içinde pır pır eden kuşmuş,
Artık kanadını çırpacak halin kalmadı, sadece cılız sesi duyuluyor cik cik!

Zihninin içinde, kişisel algılarından oluşan dünyanda bir şeyler korkunç, endişe verici görünse de, aldığın tüm darbelere, kırılganlıklarına ve ihanetlere rağmen hala derinliklerinde bir yerde varlığını sürdüren “güven duyma, teslim olma” gerçeğinle yüzleş. Tüm incinebilirliğine rağmen güvenmeye devam edeceğin gerçeğine ver dikkatini. Çılgın gibi saldırıp düşüncelerinle üzme kendini, yürü sadece hayata güvenerek.

Tekrar uçabilecek (mi?)

Adam kadına baktı: “Senden tek bir şey istiyorum. Bana yalan söyleme.”
Kadın: “Söz veriyorum, sana hiç yalan söylemeyeceğim.”
Mevsimin ilk karı yavaş yavaş toprakla buluşuyordu. Şöminenin ateşinin karşısında böyle söz vermişlerdi birbirlerine.
İlk yalanı adam söyledi.
Peki, şimdi kadın yalan söylerse sözünden dönmüş mü olur?
Birlikte el ele yürüdükleri dağ yolunda şimdi tek başına yürüyor, hayal kırıklığının verdiği acıyı içine sığdırmaya çalışıyordu. Onu terk etmek istemiyordu ama bu yalanla nasıl yaşayacaklardı, yalanların arasında gerçeği bulabilecekler miydi?
Üşüyordu! Göğsünün tam ortasında buz gibi bir taş yerleşmiş nefes alamıyordu. Hiç böyle düşünmemişti; sevgilerinin böylesine yara alacağı aklına hiç gelmemişti. Her şey çok güzel görünüyordu. Yanılmış mıydı? Sahip olduğu en güzel şey adama duyduğu güvendi. Şimdi ne olacaktı. İçindeki şüpheyi atabilecek miydi? Bir daha yalan söylemediğini nereden bilecekti? Nasıl anlayacaktı?
Seni seviyorum dediğinde gerçekten inanacak mıydı? Yoksa inanmış gibi mi yapacaktı?
İçindeki ses “Zamana bırak, zaman en iyi ilaçtır.” dedi.
Kanadı kırılmış bir kuş gibi yere çakılmıştı.
İyileşebilecek miydi?
Tekrar uçabilecek miydi?
Üzerindeki şala daha sıkıca sarıldı. Ayakları bir daha geri dönmemek üzere yürüyordu dağ yolunda. Rüzgâr fısıldıyordu kulağına:

“Aşkın ışığı söndü gözlerimde,
İçim pır pır etmiyor artık”

Evet, içi pır pır etmiyordu artık. Hakarete uğramış, incinmiş olsa bile unutmanın yollarını arıyordu. İçinde bir yerlerde öç alma isteği vahşi bir dürtü gibi harekete geçmek için bekliyor, sevgisini nefrete dönüştürmenin yolunu arıyordu.
Hayır, içinde düşmanlığa yer yoktu. Ne olursa olsun asla nefret kazanmamalıydı. Yine de sevgiye olan inancını yitirmemeliydi.
Sözcükler içinde kısılıp kalmış, çıkmak için sabırsızlıkla beklerken rüzgârın fısıltıyla söylediği şarkıyı dinliyordu:

“Sen, sen yalnız kadın,
Sessizliğe gömülmüş kadın,
Ölü toprağını at üstünden”

Kendine dost olmaya giden yolda tek başına yürüyecekti. Sesi rüzgârın sesiyle karıştı birbirine:

“Yalnızım, yalnızım, yalnızım,
Gökteki ay kadar yalnızım,
Okşa beni rüzgâr, sarılın bana ağaçlar,
Sevin, sevin beni kar taneleri”

İnsan şiddeti neden seviyor

İnsan neden şiddeti seviyor; saldırganlık, acımasızlık gösteriyor? Yoksa hatalı yaratılmışlığını bu şekilde mi örtmeye çalışıyor. Sevgi yoksunluğunu sevgi arsızlığıyla telafi etmeye çalışırken her şeyi eline yüzüne bulaştırıyor. Varlığının besleyici kaynağı sevgiyi, acı vermek veya acı çekmek için kullanıyor. İnsanda derin izler bırakan bu acı bataklığında yaşamını sürdürmeye çalışırken çırpındıkça battığını, tarihsel süreci içinde hala fark etmiyor. Dış dünyaya karşı düzgün, seviyeli, sevecen gözüküp, yakın karşı cinse, aile içindeki diğer kişilerle olan ilişkilerinde sadistçe davranışlar gösterebiliyor. Oysa ilişkilerimiz, hayatımızdaki mutluluk alanlarımız olması gerekirken yaralayıcı ve yıpratıcı olmaya devam ediyor.
Hiç kimse böyle bir ilişki boyutunda ne kadar hırpaladığını veya hırpalandığını anlayamıyor. Bu kısır döngüden kurtulmak için yol bulamıyor. Elindeki tek silah olarak gördüğü şiddet unsurlarını kullanmaktan çekinmiyor. Geçmişte yaşanan acıların bugüne yansıması olduğunu düşünsek de şiddetin tercih edilmesi insanın kolaycılık tarafının göstergesidir. İnsanlık tarihiyle birlikte ortaya çıkmış olan şiddet olgusu, kendini farklı biçimlerde göstermeye devam ediyor.
Fiziksel şiddette kullanılan silah güçtür; bir yumruk, bir bıçak şiddetin uygulanmasını kolaylaştırır. Fakat şiddeti genelde algılandığı gibi yalnızca fiziksel zararla açıklamak yeterli değildir. Bir şiddet türü daha vardır ki o da “duygusal şiddet”tir. En az fiziksel şiddet kadar hatta daha fazla yıkıcıdır. Baskı, eziyet, korkutma, sindirme, cezalandırma, katı, kaba davranış, kişisel özgürlüğü kısıtlama, bağırmak, iğneleyici sözler söylemek, hakaret etmek, alay etmek, yok saymak, küsmek, tehdit etmek, sürekli kavga çıkarma şeklinde kendini gösteren duygusal şiddetin açtığı yaraları görmezsiniz, göremezsiniz. Çünkü kullanılan silah sözcüklerdir ve hedefte duygulardır.
İnsanın yaşamı boyunca karşılaşabileceği duygusal şiddet örneklerini düşündüm. Bulmak çok zor olmadı:
“Altına şişini kaçırırsan pipini yakarım.”
“Yemeğini yemezsen seni aç bırakırım, bir daha yemek vermem.”
“Sınıfını geçmezsen sana istediğin oyuncağı almam.”
“Benim istediğim kızla evleneceksin yoksa seni evlatlıktan reddederim.”
“Sünnet olmazsan erkek olamazsın.”
“Bakireliğin bozulursa kimse seninle evlenmez.”
“Dershaneye gitmezsen üniversiteyi kazanamazsın.”
“Oyun oynamayı bırak dersini çalış.”
“Karnende zayıf olursa tatile gidemezsin.”
“Yaramazlık yaparsan seni tuvalete kilitlerim.”
“Sen hiçbir işe yaramazsın.”
“Babanı mı daha çok seviyorsun anneni mi?”
“Erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer.”
“İstediğimi almazsan bu gece seninle yatmam.”
“Benimle yatmazsan başka kadına giderim.”
“Bak kızım, erkeğe sevişmek istediğini söyleme seni fahişe zanneder.”
“Bana cevap verme.”
“Senin aklın erkek işine ermez.”
“Kadın kısmı sokağa çıkmaz.”
“Beyinsiz kadın.”
“Sus.”
“Seni sevmiyorum.”
“Senden bıktım.”
“Aptal.”
“Çirkin.”
“Beceriksiz.”
“Hemen uyu yoksa ölüler gelip seni yer.”
“Dediğimi yapmazsan seni köpeklere veririm.”
Ve daha yüzlercesi…
Böyle sözcüklerle dolu bir yaşam, insanın kendisine olan saygısını yavaş yavaş yok ediyor. Yıllarca maruz kaldığı bu davranışlar sonrasında, kendi başının çaresine bakamayacağını düşünerek yaşamaktan korkar hale gelmesi kaçınılmaz. Şiddete maruz kalan insan, korku, öfke patlamaları, içten içe kızgınlık duygularıyla intikam alma hissi yaşar, ürkek, sessiz, çekingen olur. Halsizlik, mutsuzluk, umutsuzluk, çaresizlik duygusu, geleceğe yönelik plan yapamama, karar verme güçlüğü çekme, sokağa yalnız çıkamama, kendini sevmeme, konuşamama, başkalarını suçlama, konuşurken göz iletişimi kuramama, donuk bakma, ağlama krizleri, suçluluk duygusu, karışık duygular, uğradığı şiddeti anlatamama durumları içindedir. Hayata ve kendine karşı güvensizlik, ümitsizlik hisseder.
İnanın dünyanın böyle duygulara hiç ihtiyacı yok. Onun sevgi sözcüklerine ihtiyacı var hem de hiç olmadığı kadar…
İnsan neden şiddeti seviyor sorusuna geri dönersek, cevabım şu: Kendine bir hayat yaratamayan, başka hayatları yok etmek ister. Bu da şiddetle o kadar kolay ki!
Oysa arzu ettiği hayatı yaratmak için özgür olmalı insan. Ne var ki kısıtlayıcı toplum kuralları buna engel oluyor, insanı özgür bırakmıyor. Özgürlüğün yitirilmesine yol açan olaylar hayatını şekillendirirken, kendisini insan yapan aklının azap veren düşüncelerinden kurtulmak istiyor ama başaramıyor. Elbette yaşadığı olaylar karşısında duygusal tepkiler verebilir. Ancak akılla kalp arasında kısa devre yapmış gibi cazur cuzur sesler geliyorsa, orada şiddet filizleniyor demektir. Kısacası özgürlüğün olmadığı yerde sevgi olmaz, sevginin olmadığı yerde de şiddet vardır.
Şiddetin en acı etkisi şiddet uygulanan kişinin buna alışması ve yaşarken ölmeyi kabullenmesidir. Şiddete dur deme cesaretini gösterememesi, toplumun da görmemezlikten gelmesi bunu doğal hale getiriyor. Aslında böyle insanları fark etmemiz zor değil, çevremize daha dikkatli bakmamız yeter.
Şiddet öğrenilen bir davranış biçimidir ve kuşaktan kuşağa geçer. Biz bu zincirin kırık halkası olalım. Şiddeti ortadan kaldırmanın tek yolunun değerlerin farkına varmak olduğunu anlayalım.
Tercihimiz her zaman iyi olandan yana olsun…


Hülya Gülay , 7/Kasım/2014

Yazar kimdir?
Yazar, her şeyden önce insandır.
Yazar, düşünen insandır.
Yazar, düşüncenin sınırsızlığına kanat açabilen ve korkmadan uçabilen insandır.
Yazar, yaşadığı veya tanık olduğu olayı/eylemi sorgulayan, daha iyiyi, daha güzeli, daha doğruyu arayan insandır.
Yazar, kendisi ve kendi dışındaki her şeyle bir ve bütün olabilen insandır.
Yazar, zengin bir bilgi birikimine ve geniş bir dünya görüşüne sahip olan insandır.
Yazar, dil ile düşünceyi bir araya getirebilen, düşüncesini sesle veya yazıyla ifade edebilen insandır…
Yazar, söyleyecek sözü olan ve sözcüklerin sihirli olduğuna inanan insandır.
Yazar, sözcükleri en etkili şekilde nasıl kullanabileceğini bilen insandır.
Yazar, uyanık bir bilince sahip insandır; kendisinin ve yaşamın farkında olan insandır…
İnsan yazabilir mi? Evet, eğer isterse yazar. Peki, nasıl yazar? Kağıdı kalemi eline alır yazar.
Yazmak, bir eylemdir; bir davranış şeklidir. Düşüncenin yazıya dönüşmüş halidir. Bu dönüşümü gerçekleştirmek için üç şeye ihtiyaç var.
1- Düşünmek
2- Özgür olmak
3- Cesur olmak; yürekli olmak
Yazmak, bir dil sanatıdır. Malzemesi sözcüklerdir. Bu sözcükler insanın belleğine, vicdanına yerleşirler ve orada yaşarlar. Sözcükler hayat doludur. Toprak üstüne fışkırmayı bekleyen tohum gibidirler. Biraz su, biraz güneş yeşermek için yeterlidir. Çok çabuk büyürler ve insanların ruhlarına dokunur. Onları sarıp sarmalar.
Eğer sözcükleri sevgi ve bilgiyle beslersek, bu sarıp sarmaladığımız insanlar bizi hiç unutmazlar, sonsuzluğun içine gömerler.
1- Okuyun; ama sevdiğiniz kitapları.
2- Araştırın; doğada ve toplum içinde.
3- Gözlemleyin; inanılmaz şeyler fark edeceksiniz.
4- Dinleyin; insanların ne kadar çok acı çektiğini anlayın hatta sizden daha fazla!
5- Not alın; birikmiş notlar sizi belli bir konuya yönlendirir.
6- Zihninizi dev bir kütüphane gibi düşünün ve kütüphanenizi düzenli tutun. Kütüphanenizin efendisi siz olun.
7- Sonra, yazın, yazın, yazın!
8- İnanın bana çok mutlu olacaksınız.
9- Öğrendiklerinizi ve tecrübenizi başka insanlara anlatın…
10- Bütün romanlar bir sözcükle başlar. O sözcüğü ararken kendinize şöyle bir soru sorun:
Ben ne anlatmak istiyorum/ne yazmak istiyorum…
İnanın bana, yazmak istediğiniz ya da anlatmak istediğiniz her neyse, sizden çok uzakta değil, birkaç metrelik alanın içindedir hatta kendi içinizdedir, yüreğinizin içinde…

İçeride biri var mı?

Bir kapının kapalı olup olmadığını anlamak için önce o kapıyı çalmak gerekir. Sonra itmek, belki kilitli değildir.  İçeriye doğru bir adım atmak hatta seslenmek: “İçeride biri var mı?” Cevap veren olmazsa vazgeçme, gir içeri, odaları dolaş. İçeride ayağa kalkamayacak kadar gönlü yorgun biri vardır kim bilir! Sesini çıkaramıyordur. Belki korkmuştur. Kalbi kırılsın istemiyordur artık, üzülmek, boş hayallerin peşinde koşmak…

İşte mesele bu!

Güvenmek,
Kendiliğindeni açığa çıkarmak,
Özgür olmak,
Kendini odaklamak,
Ve kendini akıntıya bırakabilmek,
Yaşam biçimini seçmek,
Yaşamın doğal yolunu bulmak,
Doğal,
Çağdaş,
Duygusal,
Cesur,
Güçlü olmak,
İşte mesele bu!

14 ekim 2011
Bugün  çok mutluydum, çok!

Hani insan kendine, ben kimim diye sorar ya hatta sayfalarca yazar ararken cevabını. Fark eder, cevabı ararken geçmişini sorguladığını.
Tanrı defalarca fırsat tanır insana; işte bugün o anlardan birini yaşadım. Bir telefonun sayesinde yıllarca geriye gittim. Bir kadın beni oğlunun düğününe çağırdı.
Gittim!
Masada otururken o aileyle tanıştığım zamanı hatırlamaya çalıştım. Hesapladım yirmi altı yıl olmuş. Ağlamak istedim ama üzülürler diye ağlayamadım. Gözyaşım içime dipsiz bir kuyuya doğru aktı aktı sessizce.
O ilk günü; onları tanıdığım o ilk günü hatırlamaya çalıştım.
Beni evine kahve içmeye çağırmıştı. Ayaklarım beni evine götürdüğünde boy boy sıralanmış beş çocukla karşılaştım. Beni çok iyi karşıladılar, sevindiler.
Kahvemi içerken dedim ki: Allah’ım bu çocuklar nasıl büyüyecek. Büyümüşler; hem de her biri birbirinden güzel.
Sonra onlardan neden uzak kaldığımı düşündüm. Onların büyüyüşünü neden izleyemediğimi düşündüm.
Bir zamanlar bir dostum bana “En büyük yatırım insana yapılan yatırımdır.” demişti. Bu kadın ve kocası en büyük yatırımlarını çocuklarına yapmıştı hem de savaşların arasında. Hele savaş yüzünden aylarca evine dönemeyen o baba ve onun geleceğini umut eden bir kadın ki o yanılmadı; onları büyütmüşler.
Onların beni gördüklerinde gözlerinde gördüğüm ışık; işte o, gerçek sevginin ışığıydı. Sevgiyi ararken bencilliğin içine gömülmüş bir sürü ilişki yaşamıştım.

Sonra kendime sordum “Neden yanlış insanların yayındaydım!” diye. Cevap o kadar acı ki… Ama yine de bugün çok mutluydum, çok!

Evlilikte Keramet Var (mı?)

Hava güzel; yürümek iyi olur böyle havalarda. Hızlı adımlarla şarkı söyleyerek yürüyorum. İnsanlar geçip gidiyor sağımdan solumdan; kimi telaşlı, kimi sakin; kimi mutlu, kimi mutsuz. Sen mutlu musun kızım? Cevap aradım; içim burkuldu, zor soru. Yaşadıklarım geldi aklıma. Papatyanın yapraklarını koparır gibi, hatıralarımı attım tek tek yürüdüğüm yola; savrulup gittiler dört bir yana. Elimde ne kaldı; hayal kırıklığı, kalp kırıklığı, öfke ve pişmanlık.
Dün akşam arkadaşım telefonla aradı. Beni çağırdı. “Canım sıkılıyor, gel de biraz konuşalım.” dedi. Ne anlatacak acaba? Kocasıyla kavga mı etti yine? Bu kaçıncı! İnsan hiç mi bıkmaz kavga etmekten. Bıkar tabii, bıkmaz mı hiç? Ben nasıl bıktıysam, başkaları da bıkmıştır. Evlilik her gün kavga etmek demek benim için. Zaten başka şey de yaşamadım. Bağırmalar, hakaretler, geçim sıkıntısı... Zihnim çamur bulaşmış su gibi, ne berraklık var ne de ışıltı.
Kırmızı ışık yandı, durmam lazım. Bir sağa bir sola bakıp kontrol etmeliyim yolu; araba falan geliyor mu diye. Neme lazım, bir arabanın altına girmekte var her an. Daha erken, bekle kızım sen. Ne şeytanı gör ne salâvat getir. Arabalar da durmak istemiyor zaten. Neden aceleleri varsa! İçindeki şoförde canavar kesiliyor ya hani direksiyona oturunca.
Ağaçlar çiçekler açmış; çok güzel görünüyorlar. Dün gece yağmur yağmış belli, toprak hala ıslak. Baharın güzelliği de başka oluyor hani. Yeniden doğuyor her şey. Ben de doğsam yeniden, yeniden yazsam hayatımı. Yeşil yandı. Geç kızım geç yol senin. Hızlı adımlarla yolun karşısına attım kendimi. Hızımı almışken ilerliyordum ki, bir ses duydum; kadın sesiydi. Başımı çevirdim. Gençten biri, bana doğru koşuyordu. “Bir dakika bakar mısınız?” deyince, durdum. Bekledim yanıma gelmesini. Aceleyle “Nikâh şahidi olur musunuz? Şahidimiz gelmedi. Yıldırım nikâhı kıydıracağız.” dedi. Kıymak mı? Sanki kasapta et kıyılıyor. Hani eti koyarlar ya kıyma makinesinin içine, gümbürtülü bir ses duyulur. Arkasından et lime lime olmuş halde çıkar. Artık etlikten çıkmıştır. Başka bir şey olmuştur. Eline yapışır insanın, temizleyemezsin. Sabun lazım sabun başka türlü çıkmaz. Şöyle köpürterek, parmakların arasını unutmamak lazım, tırnakları da, mikrop oluşur yoksa. Bir de onun için doktora koştur, ilaç yazsın. İlaç içmeyi de sevmem. Öğürürüm içerken. Bir şişe su biter ama ilaç bir türlü geçmez boğazımdan. Şaşarım, nasıl iş anlamadım. Bu yüzden hep şurup içmeyi tercih ederim.
Yürüdüm nikâh salonuna doğru kızla birlikte. Kaçtınız mı diye sordum. Aklıma ilk gelen bu oldu. Olur ya kaçarlar oğlanla kız. Babası izin vermemiştir evlenmelerine. Onlar da ne yapsın. Oğlan gelir gece yarısı evin altına. Kız pencereden atlar. Ayağını burkar, topallayarak yürür. Oğlan omuz verir kıza. Acele etmeleri lazım, baba uyanırsa, sonra peşlerinden gelip yakalayıverir. Bütün plan bozulur. “Hayır!” dedi kız. Neden acele ediyorsunuz diye sordum. Kız cevap vermeden içeri girdik. Biraz ileride bir adam, bir kadın ve yedi-sekiz yaşlarında bir çocuk vardı. Onlara doğru yürüdük. Adamı görünce şaşırdım. Kıza göre yaşlıydı. Canım sıkıldı. Kıza döndüm; evlenmek istediğine emin misin dedim. Kız gülerek “Ben değil, ablam evlenecek.” dedi. Kafam karıştı. Öyle heyecanla koşup gelince yanıma, ben de o evlenecek sandım. Sonra ablaya baktım. Pek genç sayılmaz. Neredeyse kırk yaşında, ne ki aceleleri böyle diye düşündüm. Abla sanki düşüncelerimi okumuş gibi, “Biz on sekiz yıldır beraberiz. İki çocuğumuz var hatta biri liseye gidiyor.” dedi. “Bu ufaklık da küçüğü” diye ekledi. Kafamı salladım sağa sola. Anlamaya çalıştım. Yani siz, bu kadar yıldır nikahsız mı yaşıyordunuz dedim, içim sıkılarak. Sonra biraz kızgınlıkla, mademki bu kadar zamandır nikahsız yaşıyordun, şimdi niye evleniyorsun be kadın dedim. “O askere gidecek de ondan.” dedi adamı göstererek. Meğer asker kaçağıymış hınzır. Kurtuluş yok tabii yakalanmış. Kadını yalnız bırakıp gitmek istememiştir. Ne olur ne olmaz. Yokluğunda başkası alır, karısız kalır, bulmak da zor olur bu yaştan sonra. Hazır elde varken kaybetmek olmaz. Askerlik bu; aylarca uzak kalacak. Eşeği sağlam kazığa bağlamalı değil mi? Sonra başkası biner falan. Kadına tekrar sordum emin misin diye. Henüz geç değil, vazgeçebilirsin. Evlenmek zorunda değilsin dedim. “Evet, ama!” dedi ağzını yamultarak, “Çocuklar, onlar istiyorlar.” İsterler tabii anneleriyle babası evlensin. Nikâh kıyılsın. Farkındalar mı acaba nasıl da kıyıyorlar analarına? Canı sıkıldığında adamın kıçına tekmeyi vurabilecekken, bağlayacaklar urganla mı, zincirle mi, neyle ise! Adına da aile diyecekler. Kutsal mı kutsal? Ne olduğu belli değil. Kutsal mı? Esaret mi? Bir defter verecekler eline; işte diyecekler, siz artık evlisiniz. Ölünceye kadar beraber yaşayacaksınız. Adamın borçları olunca onları ödeyeceksin. Yok canım! Onu söylerler mi hiç. Sonra kutsallığı bozulur hatta kadın son anda vaz geçiverir. “Bana ne onun borçlarından.” deyiverir. “İşi gücü de yok zaten. Uğraşamam vallahi” der mi der, yok mu böyleleri, sürüsüne bereket. Adamın kılığına baktım. Kılığına değil kalbine bak derler ya, siz gene de kılığına bakın. Boş verin içini. Alacası sonra belli olur onun.
Biraz ilerideki odanın kapısında beliren kadın bize doğru seslendi. “Memur hanım sizi bekliyor. Şahidi buldunuz mu?”
“Evet!” dedi genç kız sevinerek. Sevinecek ne varsa. İçeri girdik hep birlikte. Orta yaşlarda bir kadın oturuyordu masada. Önündeki deftere bir şeyler yazıyordu. Göz ucuyla baktım, nikah defteriydi, hani şu kıyılmasında keramet olan. Memur yaza dursun, kadına sordum tekrar. Evlenmek istediğine emin misin? Vazgeçebilirsin. Henüz geç değil. İyi düşündün mü? Son kararın mı? Memur, göz ucuyla bana baktı. Gülümsedi. Ben de gülümsedim. Uyarmak lazım değil mi? Memur bildik cümleleri sıraladı ardı arkasına. İyi günde kötü günde, hastalıkta sağlıkta, falan filan... Sonra “İmzalayın.” dedi, defteri onlardan yana çevirerek. Adamla kadın imzaladılar. Sıra şahitlere gelince, önce adamın şahidi imzaladı. Sonra sıra bana geldi. Kalemi elime aldım. Kadına baktım son bir kez, atayım mı imzamı der gibi. İtiraz gelmeyince iki çiziktirik atıverdim isteksiz. “Artık karı kocasınız.” dedi memur. İşi bitmişti, bir daha ki sefere kadar. Hep birlikte odadan çıktık. Kadına döndüm. O askere gidince ne yapacaksın? Nasıl geçineceksin diye sordum. “Bilmiyorum.” dedi kadın. Allah kolaylık versin dedim, yine başımı sağa sola sallayarak. İşin zor be kadın, gör aynayı konyayı, nikâhlandın da halt ettin.
Çıktım evlendirme dairesinden; yoluma devam ettim. Birazdan otobüse bineceğim. Arkadaşımın evi uzakta, yürüyemezdim oraya kadar. Oysa yürümeyi seviyorum. Yürürken düşünmesi çok güzel oluyor. Keşke yürüyebilseydim. Düşünürdüm ne güzel! Olmaz dedim, gözüm yemedi! Otobüse bindim. İlk durak olduğu için boş koltuk çoktu. Oturdum bir tanesine. Şoför yolcu bekliyordu, otobüsün dolması lazım. Dolmadan kalkmaz bu adam. Miskin, miskin bakıyor. Kahkülü kaymış. Kesin akşam içmiştir. Belki karısını da dövmüştür. Nur yok adamın suratında. Zavallı kadın, ne umutlarla evlenmiştir. Çocukları olacak. Pembe boyalı evleri, sobaları yanacak gürül, gürül. Karnı tok, sırtı pek olacak. Zaten hep böyle kandırmıyorlar mı? Yuvan olsun deyip, atmıyorlar mı uçuruma. Genç kızların en çok sevdiği şey değil mi bu yuva. Hep bu özlemle büyümüyorlar mı? Kendi evi yuva değil ki. Tabii arayacak başka yuva. Görünen köy kılavuz ister mi? Kendi anne babasına bakmaz mı hiç. Çok mu mutlu gözüküyorlar. Öyle gözüküyorlardır. Kol kırılır yen içinde kalır değil mi? Aman çocuklar duymasın. Siz öyle sanın. Onlar her şeyi anlıyor. Arka arkaya geldi yolcular. Sanki kadınlar daha çoktu. Kucaklarında da çocuklar. Oturduğum yerden çocuklu kadınları saymaya başladım. Bir, iki, üç... Her kadında da bir, iki çocuk mübarek, hiç boş durmamışlar. Bunların evinde elektrik çok kesiliyor herhalde. Kadınlar neden bu kadar doğurmayı seviyorlar. Kadının karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etmemeli değil mi?  Her gece biniyordur kocaları üstlerine. At biner gibi dıgıdık, dıgıdık. Birkaç kere git gel. Ondan sonra şaldır. Milyonlarca insan müsveddesi koşar, bir tek yumurta için. Ha babam saldırırlar. Kim kazanacak bu yarışı. Yarış falan değil; düpedüz savaş. Boşuna çıkartmıyor erkekler savaşı, ne de olsa tecrübeliler.
Bir çocuk otobüsün kapısında belirdi, üç yaşlarında oğlan çocuğu, arkasında da bir kadın. Kadını görmüyorum. Sadece elleri gözüküyor. Çocuğun koltuk altlarından kavramış, sonra da kendi çıkacak, bir adım daha; çıktı işte. Otobüs kartını okuttu dijital makineye. Çocuğun elini tutuyor. Çocuk önde o arkada yürüyüp, yanımdaki koltuğa oturdu. Aman Allah’ım dedim karnını görünce, hamile bu! Çocuğu kucağına alamadı. Hangi birini koyacak kucağına, karnı şişmiş. Çocuğu ikimizin arasında tutuyor. Sıkıştırdılar beni. Umurunda mı? Değil, hiç öyle gözükmüyor; bir de sırıtıyor. Çocuk camdan bakacağım diye tutturdu. Gel bari dedim kucağıma. Geldi valla! Şoför çalıştırdı motoru. Hareket etti otobüs. Kim bilir nerede inecek bunlar. Kalkayım bari dedim. Çocuk otursun rahat, rahat. Kalktım. Tutundum, kolumu da uzattım şu sallanan şeylere. Kolum gerildi de gerildi. Amma yüksek yapıyorlar bunları. Adamlar ne yapsın. Kendi insanına göre tasarlıyor otobüsü. Onlar uzun uzun, biz kısa kısa. Şoförde bakkal dükkânından mı aldı ehliyeti nedir? Hızlanıyor, sonra aniden firene basıyor. İçim dışıma çıkacak şimdi. Midem bulanıyor. Kusayım da gör şimdi. Arkamdan da laf eder, pis kadın der. Kadınlar da pis pis bakarlar suratıma. Sanki kendileri hiç kusmadılar hayatta. Hele hamileyken, amma bulanırdı midem. Öf! Öğürürdüm; hele bir yemek kokusu duymayayım, çok fena olurdum. İki koltuk ilerde bir adam ve kadın oturuyorlar. Ters konan koltuklara oturmuşlar. Adam durmadan konuşuyor. Kadın sürekli pencereden dışarı bakıyor. Hiç dinlediği falan yok adamı. Başka âlemlere dalmış, ne uyumsuz bir çift. Nasıl mı anladım evli olduklarını. Anlamak için âlim olmaya gerek yok. Parmaklarına takmışlar altın halkaları; bağırıyor bunlar evli diye. Arkadaş olsalar zaten bu kadar kayıtsız kalmazlardı birbirlerine. Sohbet ederlerdi güle güle. Karı koca bunlar. Kadının suratı kapkara olmuş. Omuzları çökmüş. Sanki tonlarca yük taşıyor omuzlarının üstünde. Söylenmeyen binlerce kelime takılmış diline, çıkamıyor bir türlü. Bir açılsa valla neler söyler o dil. Kim bilir, sevdiği bir oğlan var mıydı acaba, yolunu gözlediği. Belki de askere gitmiştir. O sırada bu adam çıkmıştır karşısına. Allah bilir görücü usulü olmuştur. Durağa geldim. İneceğim şimdi. Dinine yandığımın dünyası işte böyle vuruyor insana. Kurallarını dayatıyor. Sevdiğiyle evlenemiyor insanlar. Mutlu olamıyorlar. Aşk bebekleri dünyaya getiremiyorlar. Bozuk düzen sürüp gidiyor böyle. Yoz köpekler gibi ürüyorlar. Soyu bozuk insan ırkı çoğalıyor da çoğalıyor. Dünyanın sonu gelecek böyle. Kıyamet diye bekleşiyorlar. İşte sana kıyamet. Bundan ala kıyamet mi olur? Hamuru sevgiyle yoğrulanlar var ya. İşte onlar dünyayı kurtaracaklar. Birbirlerinin gözlerinin içine sevgiyle bakan anne babanın çocuğu olmak, işte bu harika bir şey olur. Otobüs durdu. Kapıyı açmıyor şoför. Aç diye bağırıyorum. O da zile bas diye bağırıyor. Bastım diyorum. O hala ısrar ediyor. Bastım kardeşim diyorum. Ben senin kardeşin değilim diyor. Olma zaten. İstemem senin gibi kardeş. Kesin bu adam akşam karısıyla kavga etmiştir. Kim bilir belki de karısı yatmak istememiştir. O da sinirlenmiştir. İlla yapması lazım ya,  ateşi sönmez yapmadan, üstüne çıkıp tepinmeden. Hasta mısın diye sormaz. Canın istiyor mu diye sormaz. Evlisin ya birinci görevin kocanı mutlu etmek. Hani meşhur söylem var ya. Yatakta fahişe gibi olacaksın denir.  Karılarının fahişe gibi olmasını isterler ama kızları biraz hareketli oldu mu dövmeye kalkarlar. Dayak yiyince uslanıyor ya kadınlar, kızlar. Sesi soluğu çıkmıyor gariplerin. Nihayet kapıyı açtı. Lütfetti zahir. İndim otobüsten. İnmedim adeta attım kendimi dışarı.
Hızlı adımlarla yürüdüm arkadaşımın evine doğru. Kapıda durdum. Hangi zil olduğuna bakıyorum. İsmini yazmamışlar. Zaten yazmazlar, yalnız kocasının adı yazıyordur kesin. Telefon edeyim bari kapıyı açsın. Arıyorum; aç kızım kapıyı diyorum hem çağırıyorsun hem kapıda bekletiyorsun. Kapı açıldı. Merdivenlerden hızla çıktım. Evin kapısı açık, bekliyordu arkadaşım. Gel dedi. Sevindi. Sarıldı sonra, ben de sarıldım. Ağlamaya başladı. Ne oldu dedim sabırsızlıkla. “Gir içeri, soluklan, anlatacağım her şeyi,” dedi gözlerini silerek. Salonda pencerenin önünde oturduk. Çok severim burayı, kahve içeriz hep karşılıklı oturarak. Anlat dedim, çabuk anlat rahatla. “Kavga ettik akşam.” dedi. “Bağırdık birbirimize. Sonra nasıl oldu bilmiyorum elini gördüm havada. Yapıştı suratıma.” İçki mi içmişti dedim. İçince olur hep böyle. Şişedeki gibi durmuyor tabii. Efeleniyorlar o zaman. Başka zaman sıkar biraz. Kuzu gibi olurlar. Karakterleri değişiyor valla! Canavar kesiliyorlar. Azıyorlar da azıyorlar. Kendi evliliğim geldi aklıma. İyi bilirim böyle anları. Leş gibi kokardı nefesi. Yapışırdı dudaklarıma. Of! Of! Kötü günlerdi onlar. “Sen kurtuldun.” dedi arkadaşım, “Boşandın kurtuldun.” Öyle valla kız! Boşandım kurtuldum. Boşuna koca dememişler adına. Kocatıyor vallahi insanı! Keşke mutlu bir evliliğim olsaydı. Ufak tefek sorunlar olur tabii. Kolay değil iki ayrı hayattan, iki insanın birlikte yaşaması. Ama sevgi var ya sevgi; işte o her sorunu çözer be güzelim. Sevgiyle sarılmalı insan birbirine. Sevgiyle birleşmeli. Sevgiyle doğmalı çocuklar. Kenetlenmeli. Böyle olmalı evlilik denen şey. İşte o zaman kutsal olur. Yoksa kandırır herkes birbirini. Zaten öyle de oluyor. Bir de demiyorlar mı evlilikte keramet var diye. İşte o zaman boğazını sıkıveresim geliyor densizlerin. Gülmeye başladı canım arkadaşım. Sevindim. “Kahvemizi de yapayım.” diye ayağa kalktı. “İçerken konuşmaya devam ederiz.” dedi. Yap kız dedim. Acı olsun. Acı kahve iyi gelir. Bir de kapattık mı? Falımıza bakarız. Döktürürüz bir sana bir bana. Atıveririz her zamanki gibi, yalandan kim ölmüş. Mutfağa doğru yürüdü üzüm gözlü arkadaşım. Eteğinin ucundan savruluverdi kederi. Halının altına süpürülmüş pislik gibi görünmez olacak yine. Kocasız kalmaya dayanamaz o. Benim kötüm elin kötüsünden iyidir der. Belki kocası akşam eve dönerken bir demet çiçek alır. Gönlünü alır, kandırır yani!
Söz kesmekte bu kandırmacadan biri değil mi? Bir de süslemezler mi? Gümüş tepsinin içine koyarlar birbirine kırmızı kurdeleyle bağlanmış iki yüzük. Yanına da kırmızı gül koyarlar. Anlamlı bir konuşma yapılır. Aklı sıra bağlanmayı ifade ediyor. Kurdeleyi makasın arasına sıkıştırıp keserken kadının yaşamla bağını kesiyorlar aslında. Garibim o gece sabaha kadar uyumaz. Mutlu,mutlu gülümser söz kesildim diye. Bir de kına yakmak var. Kına gecesinde gelin kızın eline yakarken kınayı ağlar; hem ağlarım hem giderim der. Ağlar tabii, o da biliyor kandırıldığını. Ciğeri yanıyor kızın. O ağlamasın da kim ağlasın. Ya diğer kadınlar, etrafında dönerler ellerinde mumlar, ağıt yakarlar yanık, yanık. Kimsenin dur demek aklına gelmez. Biz ne yapıyoruz demek aklına gelmez. Kendimizi yaktık, başkaları yanmasın demek aklına gelmez. Gelir gelmesine de alışmışlar bir kere. Alışmış kudurmuştan beter dememişler mi? Alışmışlar kızım düzülmeye. Önlerine sunulan hayatı yaşamaya; kandırılmaya, sömürülmeye, yok sayılmaya…
En baba olanı da nikah kıymak, kıyıyorlar bize acımadan, kıtır kıtır doğruyorlar bizi evlilikte keramet var deyip; nasıl da kandırıyorlar! Kadın kadına yapıyor en büyük zalimliği. “Erkeklerin çok sevdiği bir şey var sende!” der arkadaşımın anneannesi. Akıl verir aklı sıra. Bacak arasına sıkıştırır bütün hayatını kadının. “Verdin mi rahat edersin.” der, sonra da güler kinaye. “Bir şey isteyeceğin zaman yatakta isteyeceksin, en zayıf olduğu, zevkten çıldırdığı anda.” Sonra da buna yuva derler. Ne yuvası be, belgeli fahişelik değil de nedir bu? Eline tutuştururlar bir defter. Kapı gibi nikah defterini eline verirler, davetlilerin alkışları arasında. Her şey mubahtır artık. Düzülmek, sövülmek, dövülmek…
Canım arkadaşım salon kapısında göründü elinde tepsi. Yapmış kahveleri geliyor nazlı gelin gibi. Gülümsüyor; biraz önce ağlayan o değil sanki. “Kapat kız.” dedi “Fal bakayım sana.” Benim falım çoktan bakılmış kızım. Sen kendine bak. “Boş ver!” dedi. “Bir tokattan bir şey olmaz. Yapmaz bir daha yapmaz.” Sen öyle san benim güzel arkadaşım. O el bir kez kalkmaya görsün. İner defalarca sen dur demedikçe. Sen, ben ve bütün kadınlar…
Hülya Gülay / Ocak 2013
Sanat eğitimi gerekli (mi?)

Evet, gereklidir; insanda her türlü yeteneğin ortaya çıkmasına neden olur.
Duygularımızı elimizdeki malzemeye aktarırken yaşam zenginleşir. Çevremize ve hayata farklı bir gözle bakmasını öğreniriz. Kişiliğimiz gelişir, duyan, gören, düşünen ve yaratan bir varlık haline geliriz.
“Sanat eğitimini çocuk için gerekli midir?” diye sorduğumuzda ise alacağımız cevap hiç tereddüt etmeden “Evet” olacaktır.
Her çocuğun bir gün yetişkin olacağını düşündüğümüzde ise eğitimin hedefinin çok büyük olduğunu görürüz. Çocuğun içinde yaşadığı dünyayı kavramasında, hissettiği şeylere karşı reaksiyon (tepki) göstermesinde çok önemli rol üstlenir.
Sanat eğitimini bir bütünlük içinde düşünüldüğünde ise, birey ve toplum için can damarı olduğu anlaşılır.
Her şeyden önce, bizim için önemli olan nasıl bir insan yetiştirmek istediğimizdir. Bireyin kendisine, içinde yaşadığı topluma ve dünyaya var olduğunu anlatması belki de karşılaştığı en zor deneyimdir.
Yaratıcılığını istediği alanda kullanıp geliştirebilen her çocuk, kendi kendine yardım edebilen, yaşantısındaki zorlukları yenebilen bir yetişkin olacaktır.
Yaratıcılığın ortaya çıkmasında etkili olan, çocuğun aldığı eğitimdir. Yaratıcı etkinliklerin, çocukla etkin bir iletişim kurulmasında ve çocuğun kendisini tanımasında oldukça yarar sağlayacağını söyleyebiliriz. Dolayısıyla kendini daha iyi tanıyan çocuk, başarılı olamadığı konularda da yaratıcılığını kullanarak başarısını arttırabilir.
İnsan, yeteneğini kullanma yolunu ancak iyi bir eğitimle geliştirir.
Sanatın eğitici gücü, akıl ve duyguyu bir bütün haline getirir hatta ikisi arasındaki işbirliği özgür insanın da yolunu açar.
Bunun için daima sanattan yararlanabiliriz.
Robert J. Shiller, duygusal insanı akıllı yapmanın tek yolunun onu önce sanatsever yapmak olduğunu savunur.
Sanat eserinde ortaya çıkan özgür tavır, yalnız onu yaratanı değil, onunla iletişim kurabilen bütün insanları da özgürleştirir.
Burada vurgulanması gereken önemli ikinci nokta sanatsever insanları çoğaltmada öncü olacak kurumlardır. Bunların başında okullar ve belediyeler gelmelidir. Neden bu iki adı söylüyorum. Çünkü çocuklarla hem de yetişkinlerle çabuk ve etkin biçimde iletişim kurabilirler. Kitlelere ulaşmak onlar için çok kolaydır. Tabii burada önemli olan tercih meselesidir.
Şimdi vereceğim örneğin çarpıcı olacağını düşünüyorum.
Sunay Akın, bir televizyon programında oyuncak müzesindeki oyuncakları anlatırken, sıra savaş oyuncaklarına geldi. Bu oyuncakları Almanya’dan aldım dedi ve anlatmaya devam etti.
Hitler, savaş başlamadan on yıl önce bu oyuncakları üretmiş. Çocuklar bu oyuncaklarla oynayarak adeta savaşa hazırlanmışlar. Savaş başladığındaysa çocuklar hiç de yabancı olmadıkları bir ortamla karşılaşıyorlar. Aradan geçen on yıldan sonra bu çocukların askerlik çağına geldiğini düşünürsek, sistemin nasıl çalıştığını görebiliriz.
Öyleyse biz de dünyayı seven, hayatı seven bireyler kazanmak istiyorsak önce çocukların kalplerini kazanmalıyız.
Belediyelerin sanata öncelik tanıması, kurslar açması, eğitmesi, fırsatlar vermesi işte bu noktada çok önemlidir. Nitekim benim de fotoğraf sanatıyla tanışmam, belediyenin yıllar önce açmış olduğu fotoğrafçılık kursuyla başladı.
Atatürk, “Güzel sanatlarla uğraşmayan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuştur.” diyor. Onun sanata ne kadar önem verdiğini hepimiz biliyoruz. Çocuğun elinden tutup resim sergisine götüren bir cumhurbaşkanıdır.
O bir öncüdür, yol göstericidir. Halkı tarafından bu kadar sevilmesin nedenlerinden biri de budur. Halkını iyiye, doğruya, güzele yönlendirmiştir.
Yapılan araştırmalar, dünyamızdaki sorunları sıralarken, ozon tabakasının delinmesi, açlık, susuzluk ve boş vakitleri değerlendirmeden söz ediyor. Televizyon bir süre bu görevi üstlendi. Fakat artık o da yetmiyor. İlk önceleri insanları eğlendirirken daha çok uyuşturduğu fark edildi. Oysa insan, beynini çalıştırması, vücudunu hareket ettirmesi gereken bir canlıdır.
Sanat, bu görevi tek başına üstlenecek kadar güçlüdür. Yeter ki fırsat verelim.
Bu fırsatı verecek olanlar okullar ve belediyelerdir. Bunun için çok hevesli belediyelerimiz var. Belediye başkanlarımız var. Onları yalnız bırakmanın doğru olmayacağını düşünüyorum. Hep birlikte güzel etkinlikler yapabiliriz.
Hedef, mutlu, yetenekli, kendine güvenli bireyler yetiştirmektir. Dünyanın buna ihtiyacı var…